“Tarih derslerinde
öğrendikleriyse sadece içini karartmıştı. Bir dönemde insanların başına bir
felaket geliyor ,yaşama sevinçlerini kaybediyorlar , sonra mutlu günlere
kavuşmak için var güçleriyle ,sabırla çalışıyor, çile çekiyorlar ve sonunda o
dönem geliyor. Tam artık insanlar rahata kavuşacak, tarih de rahat edip biraz
dinlenecek diyorsunuz, ancak ne gezer… Gene kara bulutlar çöküyor insanlığın
üzerine ve taş taş üstüne kalmıyor. İnsanoğlu yeniden çalışmaya koyularak
yıkılıp yok edilenleri tekrar yapmaya başlıyordu… mutlu günler gene uzun
sürmüyor , hayat akıp gidiyor , her şey sürekli yok olup yeniden başlıyordu.”
S:77
“Prometheus’un
ateşinin bir bedeli var!Bu sıkıntıya sadece katlanmakla kalma; onu sev ve içine
doğan kuşkulara, sorulara saygı duy. Çünkü bunlar, hayatın taşan
fazlalıkları,daha çok sıradan ihtiyaçların karşılanıp mutluluğun zirve yaptığı
zamanlarda ortaya çıkan lüksüdür.Bu durum dertler ve ihtiyaçlarla boğuşarak
hayat mücadelesi veren basit insanlar için söz konusu değildir:o insanlar akıl
karıştıran böyle şüphelerle , iç sıkıcı sorularla tanışmadan yaşamlarını
sürdürürler.Bu sıkıntılar , zamanı geldiğinde onlarla karşılaşanlar için
,balyoz yemiş gibi başlarına çöken bir felaket olarak değil ,aksine hoş geldin
demilmesi gereken tatlı bir misafir gibi kabul görmelidir." S:592
Kitapta bir çok kısmı işaretleyip
üzerinde dursam da en sevdiklerimden ikisiyle başlamak istedim.
Oblomov, hepimizin içindeki bir
yanılsama değil mi?
Hayatın bazı dönemlerinde ya da
özellikle yeni başlangıçlarda verdiğimiz cevaplar onunkiyle benzemiyor mu?
Okurken bazen sen de onu haklı
bulmadın mı?
Kendine dair şeyler bulduysan,
panik yapma. Büyük olasılıkla okuyan çoğu insan, “pes artık” dese de, içinde
bir yerde “aslında haksız da sayılmaz” diyebiliyor.
Kendi kurduğumuz — ya da daha
kötüsü, bir başkasının bizim için kurduğu — bu oyun dünyasında birkaç kişilikle
yaşıyoruz.
Toplum ne düşünüyor? Normal olan
ne?
Bu iki soru arasında gidip
geliyoruz.
Sonuçta geçmişte “anormal”
sayılan şeylerin bugün popülerleştiğini görüyoruz.
Normalleşme mi bu? Yoksa
hissizleşme mi?
Her gün bir şeylere maruz kalmak
bizi gerçekten duyarsızlaştırıyor mu?
Mücadele etmediğimiz şeyler için
daha yolun başında hissettiğimiz yorgunluk, bir tür pes etmişlik değil mi
aslında?
Belki de hissizleşmek, verilmeyen
tepkilerde, yazılmayan cümlelerde saklıdır.
Normalleştirmek, sorgulamadan
kabul etmek midir?
Olması gerekenin bu olduğuna
gerçekten inandın mı, yoksa hiç düşünmeden kendi fikrinmiş gibi mi benimsedin?
Oblomovculuk,
herkesin kendi yaşam çevresine göre değişen bir yerde duruyor da, biz mi
göremiyoruz?
Planlarda mı gizli?
Yoksa tam da gözümüzün önünde,
ulu orta mı duruyor?
Bazen gelen o uyuşukluk hissi…
Bizi durup düşünmeye, ara vermeye
mi itiyor,
yoksa hiç yaşamadığımız bir
hayatı kendi elimizle itip, tekrar eden bahanelerin arkasına mı saklanıyoruz?
Oblomovka, belki de yaşanamadan
tasvir edilen bir hayatın sembolüydü.
Gerçekten yaşamak istiyor muydu?
Yoksa her şeyde olduğu gibi,
orada da bir karar sahibi olmak istememiş miydi?
Bekledi.
Çünkü bekleyen şeylerin bile bir
cevabı vardır hayattan.
İnsanız, ve yaşam süremiz
kısıtlı.
Ama bu bilgiyle herkes gerçekten
istediği gibi yaşama özgürlüğüne sahip mi?
Kendi “özgür alanında” çizdiğin
yol, senin gerçek cevapların mı?
Her anıya, her alışkanlığa
çekildiğin bir yaşam…
Oblomov’un bildiğini biliyorsun.
Neden yapmak istemediğini
anlamaya çalışıyorsun.
Belki de farkında olmadan sen de
o oluyorsun — tüm zıtlıklara rağmen.
O, bize hem hayalleri hem de
boşluğu anlatıyor
.
Nerede durmak istediğimizle
değil, nasıl yaşamak istemediğimizle ilgili bir ayna tutuyor.
> “Kıvılcımını söndürdüğünde
artık var olmadığını anlarsın. Ve yeter... her umuda.”
Ama en çok da Olga–Ştoltz–Oblomov
üçgeni…
İnsanın sınırda kalışını, huzursuzluk ve mutluluk arasındaki o ince çizgiyi anlatıyor.
Dön bir bak şimdi, gerçekten sen
misin orada duran?
Yoksa Oblomov’un gölgesine
sığınıp kendi cevabını unutan ...?

Yorumlar
Yorum Gönder