Ana içeriğe atla

Mektup


Sevgili dostum ,

Hiç gelmeyen eylemler mi bizimki,

yoksa bahaneler zincirinden biri mi?

Düşündüklerimiz için suçlu olur muyuz, ya da iyi?

Carpe diem’le gelen umursamazlık mı düşüncelerimizi susturma şeklimiz,

yoksa sadece kafamız mı karışık?

 

Biz bu karışıklığı sevmiyormuş gibi yapan, ondan beslenenlerden miyiz?

Belki önemli değil büyüttüğümüz bu dertler...

“Dertler” dediğimiz nokta bizim kaçışımız mı?

 

Sevgili dostum,

Düşünmek aldatmak mıdır kendini?

Sustuğumuz tüm eylemsizliklere bahanemiz mi?

Acıya yorgan mı çektik; sıcaklık bizi de mi uyuşturdu?

Sürekli konuşan kıraathane amaçlarına mı döndü zihnimiz?

 

“Biz” olmayı unutan bencil dünyalarımıza ayrıştırarak  üsten mi bakıyoruz?

Bizlerin arkasına sığınıp sığ sularda mı boğuşuyoruz?

 

“Merhaba dünya” dediğimiz noktada, klonlanmış hayatların ötesine geçebiliyor muyuz?

Benken biz olmaya mı çalışıyoruz?

Biz olurken kendinden bıraktıkların iyi hissettiriyor mu?

 

Merhaba dünya...

Benden sana zarar gelmez.

Peki kendime?

 

Kendime attığım mesajlar gibi seninle konuşmak — cevap beklemiyorum ama yine de yazıyorum.

Bir solukta, araya virgül koymadan sana yazmak; zihnimi yansıtmak gibi.

Umursamamaktan mı, yargılanmamaktan mı bilmiyorum.

 

Sevgili dostum ,

Belki mektup arkadaşı olurduk eski zamanlarda...

Satırlarıma başlarken “İnşallah size rahatsızlık vermiyorumdur” derdim.

Cevap yazmak zorunda değilsiniz, sadece bilin istedim:

Orada biri var ve size yazıyor.

 

Demek isterdim.

 

Sadece yazıyor olmam size rahatsızlık veriyorsa, sizi sevdiğimi de eklerdim satırlara.

Belki bu mektuplarımızı kesmez, biz yazmaya devam ederdik.

“Okuduğunuzu biliyorum” diye eklerdim,

orada bir yerde — benden bambaşka ama bir o kadar da benimle.

 

Başka yüzyıllarda kalemimizi kıranlara da selam gönderirdim.

Sonra pul yapıştırır, çekmeceme koyardım.

Belki gönderir, belki de hiç göndermeyip cevap almış gibi yapardım.

 

Her yazdığıma “saygılar ve sevgiler” ekler, yürüdüğüm yerlerden bir yaprak yerleştirir,

affınızı isterdim.

 

Affınızı isterim, zamanınızdan aldığım her saniye için.

 

Diye yazardım…

Sanki gerçekten özür dilemek istemişim gibi —

halbuki bu işin zevkidir, asaletidir satırların.

 

Notlar karalardım yürüyüşlerde biriktirdiğim huzurla…

Hepsi “size” diye hitap ettiğim notlar —

sanki birden fazla kişiymişsiniz gibi.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dostluk üzerine: Bağlar

> “Ey ruhum, iyi, sade ve aynı anda çıplak ve seni saran bedenden daha parlak göründüğün bir gün gelecek mi? Bir gün, sevgi dolu ve şefkatli olacak mısın? Bir gün, tatmin olacak mısın ve arzularına hitap eden canlı ya da cansız, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor, hiçbir şeyi arzulamıyor ve hiçbir şeyin hasretini çekmiyor olacak mısın? ” — Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler Masal gibi gelen o yıllarda, şatafatın içinde kaybolmamak için küçük bir deftere yalnızca kendine hatırlatma olsun diye yazdığı bu cümleler, yıllardır insanlığa rehberlik ediyor. Hayatın içinde var olmaya çalışırken, kendimize tekrar tekrar hatırlatmamız gereken şeyler var. Teknolojinin, sosyal medyanın ve daha birçok uyaranın arasında bu hatırlatmalar sence de gerekmez mi? Marcus, bu uyaranların hiçbirine maruz kalmadan bile hayatın içinde; paranın, ünün arasında kaybolmaktan korkmuş, doğrularını ve amacını kendine her fırsatta hatırlatmış. Bu yazı, benim de kendimle konuştuğum, yaşamın bir amacı olması gerektiğini k...

"UZUN LAFIN KISASI:UZUN HİKAYE"

"Bir fotoğraf bazen ciltler dolusu hikaye anlatır..."  Herkesin bir uzun hikâyesi vardır. Gözlerinizi kapatın ve şu anki yaşınıza bir bakın. Şimdi elimde, anneannemle dedemin eski bir fotoğrafı var. Ve onların uzun hikâyeleri gözümün önünde beliriyor. Eminim ki sizin de yaşamınızda, kendinizin ya da çevrenizden birinin, uzun bir hikâyesi vardır. Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikâyesini okurken, kavuşulabilir aşkların hüznü geldi içime. Ne ara hep imkânsızları konuşmaya, umutları yok saymaya başladık? Neden sevgi üzerine konuşmak bizi aptal ya da zayıf gösteriyor? Bulunduğumuz dünyadan mı, yoksa kendimizi konumlandırdığımız yerden mi? Başını kaldır. Gözlerini aç. Ve kendi uzun hikâyene başla... Bugün, elindeki tek yarın… Bir günlük uzun hikâyene şimdi başlayabilirsin. Ya da köklerindeki uzun hikâyeyi keşfedebilirsin; gözlerindeki hüzünle uzaklara bakan, kayıplarının yasını tutan eller var. Çok da uzağında değil belki, yanı başında… Henüz bilmediğin kalpler var. Herkesin hayatında bir...

IŞIKLI DÜNYA

  “Hayatın ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış olarak süreceğini düşünmüştüm… ama yanılmışım. Şimdi 70 yaşındayım ve tekrar baharımı yaşıyorum.” When Life Gives Tangerines dizisinde geçen bu söz, her zaman hissettiğim bir cümle olmuştur. Başıma ne gelirse gelsin, iyi tarafını görürdüm. Zorluklar, kayıplar, ayrılıklar… Hepsi bir film sahnesi gibi gelip geçici gelirdi bana. Dökülen yaprakların ardından tekrar baharın geleceğini, daha da yeşereceğimi düşünürürdüm hep. Hâlâ böyle düşünüyorum. Belki de esas öğrenmemiz gereken şey, kendimizi tanıyamadan hayatın renklerine karıştığımızdı. Bulanıklaştık. Kimdik biz? Neyi sever, neyden kaçardık? Hayatlarımızda o kadar çok “biz” var ki sonunda tek bir “ben”e inemezdik. Di’li geçmiş yazdığıma bakmayın ben karışmayı seven garip bir tipim. Nereden başlayacağımı hiç bilmezdim. Sanki şimdi biliyormuşum gibi… Gülün gülün, ben de kendime gülerim zaten. Çocukken bitmek bilmeyen rüyalarıma, kendimi bile inandırdığım yaşamlara… Neyin nereden ...