Ana içeriğe atla

Zor Bir Hayatın Hikayesi; Yaşamak , Hatırlamak ve Devam etmek


 

Yaşadığı savaşın etkileri sadece anılarında değil, bedeninde de taşıyan Yahudi bir çocuğun hikâyesi...

Daha da derininde, yazarın kendi yaşamının gölgeleri...

İçinde bulunduğumuz bu öfke dünyasını anlamlandırmak, duyduğum kaygı ve öfkeyi çözümleyebilmek, bakış açımı genişletebilmek için bu kitabı okudum. Nazi işgali altındaki Avrupa’da, bir Yahudi çocuğun yaşadığı korkunç zorluklara tanıklık ettim. Yalnızlık, açlık, korku, kaçış ve saklanma... Her satır, kırılgan bir hayatın içinden gelen bir çığlık gibiydi.

Bu bir kurgu değil, bir halkın kolektif hafızasıydı.

 

Tarihi Travmaların Gölgesinde

 

Bir zamanlar büyük acılar yaşamış bir halk, nasıl olur da başka bir halkın acısına bu kadar duyarsız kalabilir?

Aynı zulmün, farklı zamanlarda ve kendi eliyle işlenmesi nasıl bir körlüktür?

 

Yahudilerin yaşadığı tarihi travmalar, kimlik politikalarıyla birleşerek İsrail’in temellerini oluşturdu. Acıların tekrar etmemesi adına kurulan bir sığınak… Ancak bu travmalarla yüzleşemeyen, onları sağaltamayan bir neslin taşıdığı öfke, sonraki nesillere de geçti. Bu da “ya biz ya onlar yok oluruz” algısını besledi.

 

Yazarın kitabı kapatırken yazdığı şu paragraf, adeta her şeyi özetliyor:

 

> “Ne savaştan ne de savaşın dehşetinden etkilenmemiş, kibirli, samimiyetsiz ve boş insanlar da vardı ve neredeyse inadına şöyle diyorlardı: ‘Değişmeyeceğiz. Eskiden de böyleydik ve hep böyle olacağız.’

Bir de sessiz kalıp neredeyse tek kelime etmeyenler vardı.

Kahve buharı ve sigara dumanının yaydığı sis, bizi yıllarca çevreleyip bugün bulunduğumuz yere getirdi.”

 

 

 

 

---

 

Devlet Politikaları ve Halkın Duyguları

 

Kitap boyunca şu soru zihnime takıldı: Devlet politikaları ile halkın duyguları arasında neden bu kadar derin bir uçurum var?

 

> “Peki bu inançlar neydi? Dünyanın ilerleme kaydettiği, herkesin iyiliğine doğru hareket ettiği inancı.

Yahudilerin kendi dar dünyalarından çıkıp kök salarak daha geniş bir dünyanın parçası olduklarında, kucaklanarak karşılanacakları inancı.

Bu ilerlemenin geçmiş nefretlerin zehirli dumanlarını dağıtacağı inancı...”

 


Adalet ve Güç Dengesi

 

Güç dengesi değiştiğinde, adalet algısı da değişiyor.

Acı çekenin kim olduğu değil, gücü elinde bulunduranın kim olduğu önemli hâle geliyor.

 

Empati kurmayı, yas tutmayı başaramayan bir toplumun barış inşa etmesi mümkün mü?

 

 

---

 

İnsanın Değişmeyen Yüzü

 

Kitapta anlatılanlar sadece savaşın vahşetini değil, insan doğasının karanlık yönlerini de gözler önüne seriyor:

 

> “Köpekler almanya’dan eğitimli olarak gönderilmişti ve bekçilerle subayların gurur kaynağıydılar. Akşama doğru avlanmaları için salıverilirlerdi ve o zaman herkes ne kadar iri ve soylu olduklarını ve nasıl köpekten ziyade kurda benzediklerini daha iyi görürdü… Bir gün trenden küçük çocuklar çıktı kamp kumandanı soyulup kafes’e atılmalarını emretti. Çocuklar anında yenmiş olmalıydılar çünkü hiç çığlık duymadık. Bu bir rutin halini aldı. Ne zaman kampa küçük çocuklar gelse ( her ay birkaç çocuk gelirdi), soyulup kafes’ e atılırlardı.”

 

> “Ukrayna’dan İtalya’ya eziyet dolu kaçış, İsrail'e gelene kadar tecavüze uğrayan çocuklar...”

 

> “İnsanların asla değişmediklerini öğrenmiştim bile. En yıkıcı savaş bile onları değiştirmiyor.

Bir kimse inanç ve alışkanlıklarını yerleştirdikten sonra, onları söküp atması çok güç oluyor.

Dahası, tüm o ahlaki zayıflıklar — dalaverecilik, boşvermişlik, entrikacılık — felaketlerden sonra yok olmuyor.

Hatta, söylemesi utanç verici ama, sanki daha da güçleniyor.”

 

Belki de Barış...

Belki de barış, başkasının acısını da kendi acımız gibi hissedebilmektir.

Belki de en çok, unutmadıklarımızla iyileşebiliriz.

 

 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dostluk üzerine: Bağlar

> “Ey ruhum, iyi, sade ve aynı anda çıplak ve seni saran bedenden daha parlak göründüğün bir gün gelecek mi? Bir gün, sevgi dolu ve şefkatli olacak mısın? Bir gün, tatmin olacak mısın ve arzularına hitap eden canlı ya da cansız, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyor, hiçbir şeyi arzulamıyor ve hiçbir şeyin hasretini çekmiyor olacak mısın? ” — Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler Masal gibi gelen o yıllarda, şatafatın içinde kaybolmamak için küçük bir deftere yalnızca kendine hatırlatma olsun diye yazdığı bu cümleler, yıllardır insanlığa rehberlik ediyor. Hayatın içinde var olmaya çalışırken, kendimize tekrar tekrar hatırlatmamız gereken şeyler var. Teknolojinin, sosyal medyanın ve daha birçok uyaranın arasında bu hatırlatmalar sence de gerekmez mi? Marcus, bu uyaranların hiçbirine maruz kalmadan bile hayatın içinde; paranın, ünün arasında kaybolmaktan korkmuş, doğrularını ve amacını kendine her fırsatta hatırlatmış. Bu yazı, benim de kendimle konuştuğum, yaşamın bir amacı olması gerektiğini k...

"UZUN LAFIN KISASI:UZUN HİKAYE"

"Bir fotoğraf bazen ciltler dolusu hikaye anlatır..."  Herkesin bir uzun hikâyesi vardır. Gözlerinizi kapatın ve şu anki yaşınıza bir bakın. Şimdi elimde, anneannemle dedemin eski bir fotoğrafı var. Ve onların uzun hikâyeleri gözümün önünde beliriyor. Eminim ki sizin de yaşamınızda, kendinizin ya da çevrenizden birinin, uzun bir hikâyesi vardır. Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikâyesini okurken, kavuşulabilir aşkların hüznü geldi içime. Ne ara hep imkânsızları konuşmaya, umutları yok saymaya başladık? Neden sevgi üzerine konuşmak bizi aptal ya da zayıf gösteriyor? Bulunduğumuz dünyadan mı, yoksa kendimizi konumlandırdığımız yerden mi? Başını kaldır. Gözlerini aç. Ve kendi uzun hikâyene başla... Bugün, elindeki tek yarın… Bir günlük uzun hikâyene şimdi başlayabilirsin. Ya da köklerindeki uzun hikâyeyi keşfedebilirsin; gözlerindeki hüzünle uzaklara bakan, kayıplarının yasını tutan eller var. Çok da uzağında değil belki, yanı başında… Henüz bilmediğin kalpler var. Herkesin hayatında bir...

IŞIKLI DÜNYA

  “Hayatın ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış olarak süreceğini düşünmüştüm… ama yanılmışım. Şimdi 70 yaşındayım ve tekrar baharımı yaşıyorum.” When Life Gives Tangerines dizisinde geçen bu söz, her zaman hissettiğim bir cümle olmuştur. Başıma ne gelirse gelsin, iyi tarafını görürdüm. Zorluklar, kayıplar, ayrılıklar… Hepsi bir film sahnesi gibi gelip geçici gelirdi bana. Dökülen yaprakların ardından tekrar baharın geleceğini, daha da yeşereceğimi düşünürürdüm hep. Hâlâ böyle düşünüyorum. Belki de esas öğrenmemiz gereken şey, kendimizi tanıyamadan hayatın renklerine karıştığımızdı. Bulanıklaştık. Kimdik biz? Neyi sever, neyden kaçardık? Hayatlarımızda o kadar çok “biz” var ki sonunda tek bir “ben”e inemezdik. Di’li geçmiş yazdığıma bakmayın ben karışmayı seven garip bir tipim. Nereden başlayacağımı hiç bilmezdim. Sanki şimdi biliyormuşum gibi… Gülün gülün, ben de kendime gülerim zaten. Çocukken bitmek bilmeyen rüyalarıma, kendimi bile inandırdığım yaşamlara… Neyin nereden ...